Sayfalar

İki Dev, İki Mezuniyet



Boğaziçi Üniversitesi ve ODTÜ...

Türkiye'nin "arguably" en iyi iki üniversitesi.




Kendi mezuniyetim ve kardeşimin mezuniyeti dolayısıyla geçtiğimiz 10 gün içerisinde bu iki okulun mezuniyet törenlerini yakınen izleme ve inceleme şansına sahip oldum. Hemen akabinde;  benzer statüdeki, bezer toplum algılarına sahip, benzer başarıdaki bu iki dev üniversitenin mezuniyet törenlerini inceleyip karşılaştırmaya ve yazıya dökmeye karar verdim.

Öncelikle bilmeyenler için bu iki okulun mezuniyet törenlerinin genel yapılarını anlatacağım. Sonda ise çıkardığım sonuçları veya nacizane bende uyandırdıkları hissiyatı paylaşacağım. (Eğer bu okullardan herhangi birinin mezuniyet törenine katıldıysanız ilgili kısmı atlayabilirsiniz.)

Boğaziçi:

Boğaziçi'nde mezuniyet ve diploma törenleri çok uzun yıllardır ayrı günlerde yapılıyor. Muhtemelen, okul nüfusu bu kadar kalabalık değilken tek tören yapılıyormuştur.

Mezuniyet Töreni:

Boğaziçi'nin mezuniyet töreni bahar dönemi notlandırma işlemlerinden iki hafta sonra, Çarşamba akşamları (saat 18.00'da) yapılıyor. Tören önceleri Halkla İlişkiler Ofisi tarafından organize edilirken son yıllarda Kurumsal İletişim Ofisi adlı bir birim tarafından organize ediliyor. (Belki de aynı birim isim değiştirmiştir.) Tören yaklaşık 2 - 2,5 saat sürüyor ve Boğaziçi Üniversitesi'nin Uçaksavar  Kampüsü'nde bulunan stadyumda gerçekleşiyor.

Veliler tribünleri 1,5 - 2 saat önceden doldurmaya başlıyor. Saat 18.00'da (15 - 20 dakikaya kadar gecikmeler olabiliyor) stadyumun hoparlörlerinde, Atlantik'in ötesinde "graduation song" olarak da bilinen meşhur "Pomp and Circumstance" adlı marş çalmaya başlıyor. Eş zamanlı olarak rektör, eski rektörler, rektör yardımcıları, dekanlar ve enstitü müdürleri önde olmak üzere akademisyenler sahaya giriş yapıyor ve nizami yürüyüşten sonra sahne önünde oturma yerlerini alıyorlar. Hemen hocaların ardından alfabetik sırayla fakülteler ve fakülte gruplarında yine alfabetik sırayla bölümler mezunlarıyla sahaya giriş yapıyor. Mezun öğrenciler, tüm tribünlerin önünden geçecek şekilde saha kenarındaki pistte bir tur attıktan sonra saha üzerinde önceden belirlenmiş sandalyelerinde yerlerini alıyorlar. Bu yürüyüş esnasında, son 4 - 5 senedir, mezunlar pankartlar da taşıyor. Özellikle Gezi zamanı ODTÜ bu konuda önemli bir ilham kaynağı oldu ve sonrasındaki yıllarda Boğaziçi mezuniyetlerinde pankart sayısı giderek arttı.

Bu törende; rektör, varsa protokol konuk veya konukları (çoğunlukla olmuyor), mezunlar derneği başkanı, tanınan veya iyi konumda bir eski mezun ve mezun öğrenciler adına bir kişi konuşma yapıyor. Bu konuşmaların ardından; kulüp faaliyetleri, spor vb. birkaç dalda faal ve başarılı olan öğrencilere ödüller veriliyor. Bu öğrenciler konuşma yapmıyor fakat ödül verecek kişinin anons edilmesi, ödüllerin takdimi, sahneye iniş ve çıkışlar derken yine de azımsanamayacak bir zaman alıyor. Ayrıca, kendi fakültelerinde öğrenciler tarafından en çok takdir kazanmış akademisyenler eğitimde üstün başarı ödülü denen bir ödül kazanıyor. En az 6, ortalama 8-9 adet veriliyor bu ödülden ve az önce söylediğim gibi anons ve takdimleri epey bir zaman alıyor.

Ödüllerden sonra sıra doktora ve yüksek lisans mezunlarına geliyor. Enstitü başkanları sahneye geliyor, kendi enstitülerinin kaç adet doktora ve yüksek lisans mezunu verdiğini ilan ediyor, en iyi doktora tezi için mezun öğrenciye ödül takdim ediyorlar ve bu mezunların ayağa kalkmalarını rica ediyorlar. (Doktora mezunlarının isimleri okunurken, yüksek lisans mezunlarının okunmuyor.) 6 enstitü olduğu için bu doktora ve yüksek lisans mezunları ile ilgili segment de törenin büyük parçalarından bir tanesi.

Tüm bunların ardından lisans mezunlarına geçiliyor. Okul birincileri ilan edilip rektörden ödüllerini alıyorlar. Sonra fakülte dekanları sahneye gelip fakülte birincilerini ilan ediyor, ödüllerini veriyor. Sonrasında fakülte bünyesindeki bölümleri okuyorlar ve adı okunan bölümün mezunları alkış/ayağa kalkma gibi şeyler yaparak izleyicilerden alkışlarını alıyorlar. Tüm fakülteler bittikten sonra MC'nin anonsu ile tüm mezunlar ayağa kalkıyor ve keplerini havaya atıyorlar.

Daha sonra, hocalar ayağa kalkıyor, mezunların oturdukları sandalyeler arasında saha boyunca ikişerli karşılıklı geçmek suretiyle bir koridor oluşturuyorlar. Mezunların önden başlayarak bu koridordan geçerek sahayı terk etmeleri bekleniyor. Fakat tören sonu saha içinde çok hızlı bir dağılma yaşanıyor, veliler sahaya iniyor, çocuklarıyla bir araya gelen anne, baba ve bilimum akraba tebrikleşmeye, fotoğraf çekinmeye ve okuldan arkadaşlarla tanışmaya başlıyor.





Diploma Töreni:

Mezuniyet töreninde herhangi bir belge almayan Boğaziçi mezunları diplomalarını, mezuniyet törenini takip eden Perşembe ve Cuma günlerindeki diploma törenlerinde alıyorlar. Mezuniyet törenine, henüz mezun olmasa da mezuniyeti yaklaşmış olan öğrenciler de katılabilirken diploma törenlerine sadece ve sadece diploma almaya hak kazanan öğrenciler katılabiliyor. Her fakültenin mezuniyet töreni kendi dekanlığınca organize ediliyor. (Bu sebeple birazdan anlatacaklarımın bir kısmı Mühendislik dışındaki fakültelerde geçerli olmayabilir.) Mühendislik Fakültesi'nin diploma törenleri bir gün boyunca üniversitenin meşhur ve tarihi binalarından olan Albert Long Hall'da (Saatli Bina) yer alan Büyük Toplantı Salonu'nda (BTS) gerçekleşiyor. Fakülte bünyesindeki her bölümün ayrı saat aralığı ve ayrı töreni oluyor. (11.00 - 11.40 arası Bilgisayar, 12.00 - 12.40 Elektonik vs.)

Tören saatinden önce veliler bina önünde sıra olurken mezunlar içeride ayrı bir alanda alfabetik sıraya diziliyorlar. Görevliler 3 - 4 kez ellerindeki listeye göre yoklama alıp kimlerin orada olup olmadığını not ediyor ve alfabetik sıranın düzgün olduğundan emin oluyorlar. Böylece tören sırasında diplomalar sırayla karışmadan verilebiliyor, olmayan kişilerin diploması deste içinden çıkarılıp kenara ayrılabiliyor. Veliler salonda yerlerini aldıktan, öğrenciler de aşağıda dizildikten sonra salonda yine "Pomp and Circumstance"'ın vakar uyandırıcı notaları duyulmaya başlıyor.

Salona rektör, dekan, enstitü müdürü ve bölüm başkanı önderliğinde ilgili bölümün hocaları giriş yapıyor ve sahne üzerindeki koltuklarda yerlerini alıyorlar. Sonrasında ise öğrenciler tek sıra halinde salona giriş yapıp sahnenin solunda kendilerine ayrılan koltuklara yine alfabetik sırayla oturuyorlar. Dekanın konuşmasının ardından, ilgili enstitü müdürü kürsüye geliyor. Doktora mezunları ve yüksek lisans mezunları tek tek, isimleri okundukça sahneye çıkıyorlar. Sahne arkasındaki perdede isimleri ve fotoğrafları yer alıyor. Rektör, enstitü müdürü, bölüm başkanı ve bazen mezunun tez danışmanından oluşan 3 veya 4 kişilik bir ekip ayakta öğrenciyi karşılıyor, el sıkışıyor ve diplomasını takdim ediyor. Birkaç saniyelik bir fotoğraf faslından sonra mezun sahneden iniyor ve sıradaki mezunun adı okunuyor. Doktora mezunlarının tamamı diplomalarını aldıktan sonra, "artık siz de akademik hayatın bir parçasısınız" denilerek sahneye hocaların yanındaki koltuklara davet ediliyorlar.

Büyük Toplantı Salonu (BTS)

Lisans öğrencilerinin öncesinde ise bölüm birincisi, en iyi bitirme projesi sahibi, en iyi çift anadal (ÇAP) mezunu ödüllerini ve diplomalarını alıyor. Sonra alfabetik sırayla lisans öğrencileri sahneye çağrılıyor. Oturulan sıranın en sağından kalkıyor sahneye çıkan öğrenci, onun yeri hemen solundaki tarafından, onun yeri de onun solundaki tarafından dolduruluyor. Sahneden inen mezun ise sıranın en sol başındaki boş koltuğa gelip oturuyor. Sıradaki tüm öğrenciler diploma aldığında herkes ilk baştaki koltuğuna dönmüş oluyor. Son öğrenci de diplomasını aldıktan sonra, yine malum marş ve alkışlar eşliğinde önce hocalar salonu terk ediyor ve onların ardından öğrenciler salondan çıkıyor. Bu süreçte öğrencilerin velilerin olduğu kısma geçmesi veya velilerin sahne tarafına gelmesi kesinlikle yasak. Mezuniyet töreninin sonundaki o sevimsiz kargaşa kesinlikle yaşanmıyor. Hatta son öğrenci çıkana kadar veliler salondan dahi çıkamıyor. Mezunlar arka kapıdan veliler ise giriş yaptıkları ana kapıdan binayı terk ediyorlar.

Normal şartlar altında binanın arka bahçesinde velilerin, mezunların ve hocaların katıldığı ufak bir kokteyl de yapılıyor. Pasta kesiliyor, kanepeler ve içecekler oluyor. Veliler ve hocalar tanışıyor, mezunlar hocalarına son bir teşekkür ediyorlar. Fakat bu sene törenin ramazana gelmesi sebebiyle dev bir işgüzarlık örneği sergilenerek hiçbir şekilde çoğulcu olmayan bir kararla bu kokteyl iptal edildi.


ODTÜ:

ODTÜ'de mezuniyet ve diploma töreni diye iki ayrı tören yok. Yapılan tek büyük tören "Diploma Töreni" olarak geçiyor. ODTÜ'nün diploma törenine ziyaretçi olarak ve sadece bir kez katıldığım için arkaplanına dair çok detaylı bilgi veremeyeceğim, gözlemleyebildiğim kadarıyla açıklayacağım. ODTÜ'deki törenin saat 17.30'da başlayacağı ilan edildi. Meşhur Devrim stadyumu saatler öncesinden dolmaya başlamıştı. (Güneş altındaki bu törende ODTÜ logolu kırmızı kağıt şapkaların dağıtılması bence çok ince düşünülmüş ve çok faydalı bir detaydı. Yaz ortası açık havada tören yapan tüm okullara örnek olmalı.)

Tören saat tam 17.30'da başladı. Önce hocalar sahaya giriş yapıp tribünlerin önünden geçerek yerlerine oturdular sonrasında ise mezun öğrenciler uzun yürüyüşlerine başladılar. "Uzun" kelimesinin altını çizdim dikkat ederseniz. Boğaziçi'nde 4 fakülte 1 de yüksek okul bünyesinde toplam 28 bölüm var. Bunlardan en kalabalığı 105 civarı öğrenci alıyor (yanlış hatırlamıyorsam). ODTÜ'de ise hem fakülte ve bölüm sayısı hem de bu bölümlerdeki öğrenci sayısı çok fazla olduğu için yürüyüş, törenin en önemli ve büyük parçası. Bu yüzden pankartların önemi çok büyük. Dakikalar boyunca bir stadyum dolusu insanın tek eğlencesi orada yazılanlar oluyor. Boğaziçi'nden farklı olarak müzik bir bando tarafından canlı icra ediliyor ve çoğunluka yerel marşlardan oluşan bir repertuvar sıklıkla tekrar ediyor.

Öğrenciler yerlerine oturduktan sonra rektör, eski bir mezun ve okul birincileri konuşmalarını yapıyor. Bu sırada, törende iki adet sunucu var ve tüm anonslar hem Türkçe hem İngilizce yapılıyor. Boğaziçi'ne göre önemli farklardan biriydi bu. Fakat konuşmalar tamamen Türkçeydi ve İngilizceye çevrilmedi bu da anonslardaki İngilizceyi biraz anlamsız bıraktı bana göre. Bu konuşmalar sonrası yine enstitü müdürleri tek tek çıkarak doktora ve yüksek lisans mezunlarını anons ettiler (doktora öğrencilerinin ismi okundu mu net olarak hatırlayamıyorum).

Enstitülerin de sonrasında velilerin sahaya inebileceği ve ilgili podyumlarda diplomaların dağıtılacağı anons edildi. Bu podyumlar saha içinde, mezunların oturdukları koltuk sıralarının biraz uzağında, koşu pistinin hemen kenarında kurulmuş olan küçük platformlardı. Her biri yaklaşık 5 metrekare bi alana sahip olan bu podyumlar yerden 1,5 metre kadar yukarıdaydı ve merdivenle çıkılıyordu. Bu podyumun üzerinde ilgili bölümün 5 - 6 tane hocası, 1 - 2 tane görevli öğrenci/asistan ve bir de diploma kutularının durduğu bir masa bulunuyordu.

Veliler hiçbir düzen olmadan, ayakta podyum etrafında itiş kakış çocuklarını iyi görebilecekleri bir yer bulma derdindeydi. Mezun olan öğrenciler de yine aynı kalabalığın içinde hiçbir sıra ve düzen olmadan bekliyorlardı. Sonra isimler okunmaya başladı, (öndeki 3-4 sırada değilseniz okunan ismi duyamıyorsunuz) ve şaşkınlıkla fak ettim ki herhangi bir düzene göre okunmuyor isimler. Biraz alfabetik okunur gibi oluyor, sonra araya birkaç farklı kişi giriyor, bazıları diploma almaya hak kazanmadığı için başka birinin diplomasıyla fotoğraf çektirdikten sonra diplomayı almadan podyumdan iniyor.

Bu arada her çıkan öğrenciye başka bir hoca diploma veriyor. Kim bölüm başkanı kim neci belli değil. Buna ek olarak sahnede inanılmaz bir rahatlık ve aşırı samimiyet var. Hoca öğrenciyle uzun uzun sohbet ediyor (onlarca insan aşağıda yorgun argın beklerken), öğrenci podyumdaki tüm hocalarla tek tek öpüşüp sarılıyor; farklı farklı kişilere üçer beşer poz verdikten sonra nihayet podyumdan iniyor.

Diplomasını alan öğrenci ve akrabaları derhal podyumun arkasında geniş bir alana geçip kutlama ve fotoğraf işlerine başlıyorlar. Yani kimse kimsenin diploma takdimini izlemiyor. Herkes kendi çocuğunun/arkadaşının derdinde. Bu da sahnedeki öğrenciye saygısızlık oluyor bence.



Karşılaştırma ve Sonuç:

Taraflı bir şekilde eleştri getirdiğim düşünülsün istemiyorum, o yüzden bir ön açıklama yapayım. Ben ODTÜ'yü çok seviyorum. Kardeşim, en yakın dostum, en yakın arkadaşlarım, Boğaziçi'ndeki en sevdiğim hocam, hep ODTÜ'den mezunlar. Tanışıp da sevmediğim ODTÜ'lü neredeyse hiç olmadı şimdiye kadar, oysa Boğaziçili onlarca oldu. Kardeşimin Boğaziçi değil de ODTÜ'de okumasına bir an dahi üzülmedim veya bunu olumsuz bir şey olarak görmedim. ODTÜ'nün kampüsünü, bazı geleneklerini, kültürünü, duruşunu ve kimi başka yanlarını Boğaziçi'nden çok sevdim. Pek çok kez içimden "ODTÜ'de okusam kesin çok severdim ve çok mutlu olurdum." dedim. Bunları söylüyorum ki birazdan söyleyeceklerimi ODTÜ'ye karşı olumsuz duygular taşıdığım için yazdığım sanılmasın.

Bunlar ışığında benim fikrim şudur ki ODTÜ'nün çok ama çok kötü bir mezuniyet organizasyonu var. Bir defa, Boğaziçi'nin belki 3 katı mezun verirken tüm mezunların diplomasını tek günde, yarım saat içinde ve tek bir organizasyonda vermeye çalışmak bence çok büyük bir kolaycılık.

Aslında diploma öncesindeki işler iki okulda da hemen hemen aynı. Yürüyüş, konuşmalar, ödüller... Ve hatta hemen hemen aynı şartlarda yapılıyor,  yakın saatlerde başlıyor ve eşit sürede tamamlanıyor. Buraya kadar bir sıkıntı yok. Boğaziçi bu noktada diyor ki "Saatlerdir güneşin altında oturdunuz, yoruldunuz, sıcakta piştiniz. Zaten böyle binlerce kişi alt alta üst üste diploma verirsek size de, ailenize de, hocalarınıza da, o diplomaya verilen emeklere de yazık etmiş oluruz. Şimdi gidip dinlenin, yarın sakince tekrar gelip 5 sene birlikte okuduğunuz arkadaşlarınızla birlikte okulunuzun adına yakışır bir şekilde diplomanızı alın."

Hem benim hem de kardeşimin törenine katılan herkesle konuştum konuyu, sordum "hangisi daha iyiydi, nasıldı" diye. Herkes Boğaziçi'nin diploma töreninin daha "classy" olduğunu söyledi. Yani daha ağırlığı olan, ciddiyeti olan, öğrencisine de velisine de hocasına kıymet veren ve onurlandıran bir tören Boğaziçi'ndeki.

Bir defa klimalı, kapalı bir salonda oturuyor herkes, kimsenin kıçından ter akmıyor. Kimse hayatının en önemli fotoğraflarınından birini çektirirken 5 saat turşusu çıkmış bir tipte olmak zorunda kalmıyor. 5 sene birlikte okuduğun arkadaşlarınla yan yana oturarak tatlı bir heyecanla sıranı bekliyorsun ve sahnedeki arkadaşını alkışlayabiliyorsun. Sahneye çıkarken adın mikrofonla gümbür gümbür anons ediliyor bütün salona, yüzlerce kişi seni alkışlıyor, arkada senin adını okuyor, fotoğrafını görüyor. Sonra rektör, dekan, bölüm başkanı karşılıyor seni sahnede; izleyen herkes biliyor kimin kim olduğunu. Ve kimse onlarca kişi ve aileleri sırada beklerken, ciddiyetsizce sahnede öpüşüp sarılmıyor veya minik sohbetler etmiyor. Diplomasını alan öğrenci çekip gidemiyor, dönüp yerine oturuyor. Diğer arkadaşlarının en önemli anına saygı gösteriyor, alkışlıyor.

Ve hem girişte hem çıkışta ne hocalar ne de öğrenciler kalabalığa yem ediliyor. Salondaki herkes, 4 sene o mezunlara emek veren hocaları alkışlıyor. Yine herkes sadece kendi çocuğunu değil salonu düzenlice terkeden tüm mezunları alkışlıyor. Kimse sıcakla, gürültüyle, kalabalıkla boğuşmuyor. Törenin ve dolayısıyla o diplomayı veren köklü kurumun saygınlığı bir an olsun bozulmuyor.

ODTÜ'nün yürüyüşü, pankartları, bandosu ve canlı müziği, kağıt şapkaları, dakikliği ve az sayıda konuşmasının olması işin mezuniyet kısmında ODTÜ'yü öne geçiriyor diyebiliriz. Çünkü Boğaziçi'ndeki mezuniyet törenindeki bitmek bilmeyen konuşmalar ve ödüller sırasında oturdukları yerden kalkıp tribün kenarlarına giden ve törenin tüm düzenini bozan dangalaklar oldukça fazlaydı. Fakat aslolan diploma törenidir. Hayatının en önemli anlarından birinde, en önemli belgelerinden birini alırken ve de en önemli kurumlarından birindeyken gördüğün muameledir.

Bazı noktalarda iki okulun da birbirinden öğreneceği çok şey var ama ODTÜ'nün çok acil olarak formatı değiştirmesi, törenleri ayırması; bunu yapamıyorsa dahi o podyum etrafındaki saygısız ve avam keşmekeşi engelleyici bir formül bulması gerekiyor.

Bildiğiniz Kartları Unutun




      İskambil kağıdı denince kafasında şu sağdaki resim canlanan şanssız azınlıktaydım 1-2 yıl öncesine kadar. Sonra bir gün Youtube'da kartlarla sihir numaraları yapan Amerikalı bir adamın videolarına denk geldim ve Bicycle ile tanıştım.



Bicycle, ABD menşeli ve (muhtemelen) dünyanın en büyük iskambil kartı üreticisi. Resmi poker turnuvalarında, kumarhanelerde ekseriyetle tercih ediliyor.

Ben yukarıda bahsettiğim videoda markayı öğrendikten sonra hemen web sitelerine gittim. İnanılmaz geniş bir koleksiyonları var. Her tarza, her zevke göre inanılmaz güzellikte kartlar var. Ben de o zaman baktığımda 2 modeli gözüme kestirmiş ve "bir gün benim olacaksınız" demiştim. 



İşte o iki model:



1) Club Tattoo




Bir 'old school' tattoo sahibi olarak o zamanlar bu tarz dövmeleri araştırıyordum ve çok meraklıydım. O yüzden Bicycle'ın sitesinde hemen dikkatimi çeken ve ilk görüşte vurulduğum model bu oldu. Şu an sahip olduğum 3 Bicycle desteden biri.
Şu güzelliğe bir bakın. Çok iyi değil mi?












2) Alchemy England



Bu desteyi de siteyi ilk ziyaretimde çok beğenmiştim ama yine de favorim Club Tattoo idi. Fakat kartlar elime geçtikten sonra Alchemy bir tık öne geçerek zirveye yerleşti. Çok seviyorum.










     Aşağıda fotoğraflarını paylaştıklarım ise sahip olmadığım ama beğendiğim bazı diğer modeller. (Resmi model adlarını fotoğrafların altına yazdım.)


Expert Back

Perspective

Robocycle

Steampunk




* Bonus: Bicycle'ın çok güzel de bir mobil uygulaması var. Onlarca kağıt oyununun kurallarını ve nası oynandığını görebiliyorsunuz. Kişi sayısı, kişilerin yaş durumu (çocuk/yetişkin/karışık) gibi kriterler seçerek grubunuza uygun olarak oyunları filtreleyebiliyorsunuz.

Gerçekten muhalif misin?



Türkiye'nin 15 yıla yakalaşan bu karanlık döneminden rahatsız olan herkes, bazı noktaların farkına varmanız gerekiyor.

Sizi huzursuz, mutsuz ve umutsuz bir insana çeviren bu düzene muhalifseniz bazı sorumluluklarınız var.

Muhalif derken; Gezi'de vahşice savrulan copların, vicdansız mermilerin, biber gazlarının içinde kalmış insanlardan bahsediyorum. 16 Nisan'da Hayır diyecek olan insanlardan bahsediyorum. Vizyon sahibi, aklı başında, çağdaş, çalışkan, aydınlık insanlardan bahsediyorum.


Şu anda Türkiye'de vasatlıkla lümpenlikle cehaletle ve kötülükle mücadele ediyoruz. Amiyane tabirle sığırlıkla ve çomarlıkla savaşıyoruz.

O yüzden sizler;

"Kitap pek okuyamıyorum; filmi çıkarsa izliyorum." diyemezsiniz.

Recep İvedikleri, Kolpaçinoları, Düğün Dernekleri izleyemezsiniz.

Çağdaş sanat galerisine gidip "Bu ne şimdi, ben de yaparım" diyemezsiniz. "Festival filmi izleyemiyorum fenalık geliyor, altyazı okuyamıyorum." diyemezsiniz. "Opera/müzikal/bale/tiyatro bana göre değil, en mainstream sinema filmleri yeterli." diyemezsiniz. "Fularlı/entel" diyerek güya insanları aşağıladığını sananlar gibi düşünemezsiniz. Sanatı küçümseyen, köstek olan, sansürleyen, ucube diyen, sergi basan insanlarla aynı söylemleri paylaşamazsınız.

"Dil bilgisi çok da önemli değil. Bağlaçları birleşik yazıyorum, noktalama işareti kullanmayı bilmiyorum. Ya sonuçta ne yazdığımı anlamıyor musun?" diyemezsiniz. Hatasız tek bir cümle dahi yazamayan, cahilliği düstur edinmiş insanlarla aynı alışkanlıkları gösteremezsiniz.

Holiganca futbol izleyemezsiniz. "Takım tutar gibi" takım tutamazsınız. Embesil ergenler, kahve köşelerinde sürten barzolar gibi derbi sonrası "Koyduk mu? Siktik mi? Kızlığınızı bozduk mu? Tecavüz ettik mi?" falan yazamazsınız. Konu futbol diye, analojiler üzerinden edepsizlik yapamazsınız.

İddia bayilerinde, bahis sitelerinde vakit çürütemezsiniz.

Survivor izleyerek, evlilik programı izleyerek beyninizi boşaltamazsınız.

Kadın, hanımefendi yerine bayan; eşcinsel yerine ibne, ılık diyemezsiniz. Dil ve davranışınızda kadınlara, lgbti+ kişilere duyarsız unsurlara yer veremezsiniz. Dünya bunları aşarken sokaktaki düz adamın düşündüğü şekilde düşünemezsiniz.

Sizin standartlarınız dışında giyinen/konuşan/hareket eden birisine gözünüzü dikip bakamaz, yanınızdan geçerken gülemezsiniz. Şortu kısa diye bazen mırıldanan ama bazen tekme atan öküzlerle aynı düşünceleri daha hafif düzeyde de olsa paylaşamazsınız.



"Hayvanlar açmış tokmuş, üşümüş eziyet görmüş bana ne." diyemezsiniz. "Ben hayvanları pek sevmiyorum." diyemezsiniz. Karşınızdaki; hayvanlara eziyet eden, onları pislikle itham eden, dışlayan, yok etmeye çalışan içi çürümüş sevgisiz insanlar gibi davranamazsınız.



"Sinyal vermiyorum, polis yoksa emniyet şeridine giriyorum, yol boşsa kırmızıda geçiyorum." diyemezsiniz. Kaldırıma, bisiklet yoluna, engelli rampasına, yaya geçidine araç park edemezsiniz. Trafikte kapalı bir araba içinde olmanın yarattığı anonimlik ilüzyonu ile tuğra stickerlı doblo şoförü gibi hareketler yapamazsınız.

Şehir içinde parklara gidip leş gibi mangal yakamaz; sporunu yapan, oyun oynayan, bisiklete binen, sosyalleşen insanları dumana boğamazsınız.

"Ufak bir şeyse yere çöp atabiliyorum, çocuğumun/evcil hayvanımın pisliğini toplamıyorum." diyemezsiniz.

"Öyle her gün duş alamıyorum, deodarant sıkmıyorum, dişimi fırçalamıyorum, temiz giyinmiyorum." diyemezsiniz.

Bilimi takip etmeme ve tek hakiki rehberiniz olarak bellememe lüksüne sahip değilsiniz. Karşı taraf Tübitak'ın başına hayvanat bahçesi müdürü atıyor, dengelemek zorundasınız. "Evrime falan inanmıyorum, zaten boşuna teori dememişler kesin olsa kanun olurdu." diye cahil bir gerzek gibi konuşamazsınız. (Evrim kesindir, gerçektir ve ispatlanmıştır. Üzerinde çalışılan ve ispatlanmaya çalışılan evrimin mekanizmalarıdır. Evrimin olup olmadığını değil nasıl olduğunu araştırır.)



"İfade özgürlüğü tamam ama bazı şeylerin mizahı yapılamaz, laf söylenemez." diyemezsiniz. Kişileri fiziksel olarak incitemez veya dolaylı olarak incinmelerini sağlayacak şekilde birilerini provo-ke edemezsiniz ama kavramlar, konseptler, olgular, devletler, milletler, dinler, diller, felsefeler, fikirler tartışmaya, mizaha açıktır.





Irkçılık yapamazsınız. Bunu muhalif sosyal demokratı da muhalif liberali de muhalif Kemalisti de yapıyor. "Ermeniler de biraz şöyle, Yahudiler biraz böyle, Yunanları hiç sevmem, ırkçı değilim ama Araplar çok pis millet, Kürtlerin hepsi kalleş, terörist; batılılar şöyle doğulular böyle." diyemezsiniz. İslamcının, ülkücünün bu hastalıklı dilini benimseyemezsiniz. "Türkler" şöyledir gibi bir tanımın içine Fazıl Say ile Tayyip'i veya Ali İsmail Korkmaz ile bir ak-trolü nasıl aynı anda koyamıyorsak bu az önce saydığım tüm kategoriler için de geçerli.



2017 Türkiyesinde yaşayamayan sadece hayatta kalmaya çabalayan bir muhalif olarak karşınızdaki cahil, lümpen, kötü insanların yaptığı hiçbir şeyi yapamazsınız. Bunları yaparak bu toplumu kalkındıramaz karşınızdaki bu sığ fikirlileri yenemezsiniz. Bu yazının yazarı da tüm bu sayılanları her daim mükemmel olarak hayatına geçiremiyor olabilir ama mesele farkında olmak ve devamlı düzeltmeye uğraşmak.

Farkında olun. Dilinizin, hayat görüşünüzün, yaşantınızın, davranışlarınızın farkında olun. Türkiye, tarihinin en karanlık dönemlerinden geçiyor. Aydınlık, çağdaş, bilime ve sanata önem veren, insanları  cinsiyetiyle, yönelimiyle, ırkıyla, milletiyle her şeyiyle seven kabul eden, kafası çalışan, diline ve haraketlerine her daim dikkat eden örnek muhalifler olmadığımız sürece bu karanlıktan kurtulmamız veya kurtulacak kuşakları yetiştirmemiz mümkün değil.








Olmak veya Olmamak?


Başlıktaki garipliğin sebebi "veya" sözcüğü.

Hamlet'in meşhur tiradının giriş cümlesi "To be or not to be" dilimize "Olmak ya da olmamak" şeklinde çevrilmiş ilk olarak, yıllardır da bu şekilde hem edebi hem mizahi anlamda kullanılagelmiş.

Fakat Türkçe'de şöyle bir kural var: “Ya da” sözü ancak cümlede “ya” kullanımı varsa kullanılabilir “veya” sözü yerine kullanılamaz.


Örnek:

Ya çiçek alın ya da tatlı.
Çiçek veya tatlı alın.


Bu iki cümlenin aslında farklı anlamları var. Birincisi sizi bir tercih yapmaya zorlarken, ikincisi yalnızca seçenek sunuyor. Yani ikinci cümleyi söyleyen kişi için hem tatlı hem çiçek almanızda bir mahsur yokken birinciyi söyleyen bundan hoşlanmayacaktır.




Lise Matematik ve Felsefe müfredatındaki "Mantık" konusunu hatırlayanlar veya üniversitede "binary logic" ile ilgilenilen bir bölümde okumuş olanlar için şöyle bir örnek de verebiliriz.

1 veya 1 = 1 OR 1 = 1  (T∨T=T)
ya 1 ya da 1 = 1 XOR 1 = 0  (T⊻T=F)




Selahattin Eyüboğlu, Talat Halman, Bülen Bozkurt, Muhsin Ertuğrul ve Can Yücel Hamlet'in çevirisini yapmış belli başlı edebiyatçılar/çevirmenler. Bu çeviriler aslında çok büyük farklılıklar gösteriyor birbirinden. (Giriş cümlesinin ünlü Can Yücel versiyonu: Bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin?) Bizim tartıştığımız versiyonu ilk kullanan -sanıyorum- Selahattin Eyüboğlu.

Beni bu yazıyı yazmaya iten; dünya edebiyat tarihinin böylesine önemli bir başyapıtının çevirisinde, en çok kullanılan ve referans verilen söz öbeklerinden birinde bir yazım yanlışı olması. Dahası, pek çoğumuzun bunu hiç fark etmemiş oluşumuz. Bu yukarıda bahsettiğim çevirmenlerin dile benden çok daha fazla hakim insanlar olduğunu ve çok ciddi emeklerle bu çevirileri yaptıklarını biliyorum; fakat ortada da bir gerçek var. TDK'nın kurallarına göre cümle hatalı...

Hamlet ve hatalardan bahsetmişken bu mevzuyla ilgili -benim de bugün öğrendiğim- genel bir yanılgıyı da paylaşayım. Bu tiradı duyduğunuzda kafanızda elinde kafatası bulunan bir adam imgesi canlanıyorsa siz de milyonlarla beraber bu yanılgıyı paylaşıyorsunuz. "To be or not to be" sahnesi ile kafatası sahnesi apayrı iki sahneymiş ve aralarında 2 perde varmış.